İnsanoğlu, etkileşime geçtiği eşyanın/nesnelerin nasıl davrandıklarını ve hangi şartlara göre tepki gösterdiklerini değil, doğrudan eşyanın kendisinin, eşyadaki oluş ve bozuluşun ve ezelden ebede doğru akışın mahiyetini anlamak için durup düşünmeye başladığı zaman, en temel hareket noktası olarak karşısında “varlığı” bulur. Bu anlama sürecinde o, önce varlığın ne olmadığını idrak eder, sonra da yok olduğunu iddia edemediği şeyleri tasnif eder. Bunlardan bazılarının zorunlu, bazılarınınsa mümkün olabileceğine kanaat getirir.
Varlığı zorunlu olan, varlığı mümkün olanın kaynağı ve nedenidir; bu nedenle zorunlu olan mümkün olandan üstündür. Bütün mümkün varlıklar her an, her zerresiyle zorunlu varlığa muhtaçtır. O halde, bütünüyle mümkün varlıklar âlemi, zorunlu varlığa meyletmeli ve ona râm olmalıdır. Varlıklar arasındaki böyle bir ayrım, âbid ve mabûd (tapan ve tapınılan) ikiliğine imkan vermesinin yanı sıra dinin temellendirilmesine de sağlam bir zemin oluşturur. İşte İslâm düşünce geleneklerinde varlığın ne olduğu hususunda yapılan tasnif ve taksimler üzerinde sürgit yürütülen aklî sorgulamalar, mevcutlar arasında böyle bir ayrışmanın kaçınılmaz gerçekliğini ortaya çıkarmıştır. İslâm düşüncesinin teorik konularını inceleyen kelâm, felsefe ve tasavvuf disiplinleri arasındaki klasik tartışmaların amacı varlıklar arasındaki bu ayrışmanın en makul izahını sunabilmektir. Eser, teorik, çok katmanlı ve çok yönlü bu tartışmaların anlaşılmasına mütevazı bir katkı sunmayı amaçlamaktadır.